23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunu anan resmi bir bayramdır. Kuzey Kıbrıs tarafından da gözlemlenmektedir.
23 Nisan, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1920'de kurulduğu gündür. Ulusal meclis, Osmanlı Sultanı VI.Mehmed'in hükümetini kınadı ve geçici bir anayasa ilan etti.
Bu ulusal gün, 23 Nisan Çocuk Bayramı, Türkiye'de eşsiz bir etkinlik. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk 23 Nisan'ı tüm dünya çocuklarına geleceğin ardılı olduklarını vurgulamak için sundu. Kurtuluş Savaşı sırasında Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplandı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun küllerinden yeni, bağımsız, laik ve modern bir cumhuriyetin temellerini attı. Müttefik işgal güçlerinin 9 Eylül 1922'de yenilmesinin ve 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması'nın imzalanmasının ardından Atatürk yeni devlet kurumlarını kurma görevine başladı. Sonraki sekiz yıl boyunca Atatürk ve takipçileri, Osmanlı geçmişinden boşanmış modern bir Türkiye yaratmak için kapsamlı reformları benimsedi. Eşi görülmemiş hareketlerde, bu egemenliğin ve bağımsızlığın korunmasını Türk gençlerine emanet etti.
Çanakkale savaşı
17 Şubat 1915 - 9 Ocak 1916. İtilaf Devletleri, İngiltere, Fransa ve Rusya, Rusya'ya tedarik yolu sağlayan boğazları kontrol altına alarak, Merkezi Güçlerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu'nu zayıflatmaya çalıştı. Müttefiklerin Şubat 1915'te Çanakkale Boğazı'nın girişindeki Osmanlı kalelerine saldırısı başarısız oldu ve bunu, 1915 Nisan'ında Gelibolu yarımadasında Osmanlı başkentini (İstanbul) ele geçirmek için amfibi bir iniş izledi.
Ocak 1916'da, sekiz aylık bir savaştan sonra, her iki tarafta yaklaşık 250.000 kayıp meydana geldi, toprak kampanyası terk edildi ve işgal gücü geri çekildi. Müttefikler ve sponsorlar, özellikle de Amirallerin İlk Efendisi (1911-1915), Winston Churchill için pahalı bir yenilgiydi. Kampanya büyük bir Osmanlı zaferi olarak kabul edildi. Türkiye'de devlet tarihinde belirleyici bir an, Osmanlı İmparatorluğu'nun geri çekilmesiyle anavatan savunmasında son bir artış olarak görülüyor. Mücadele, Türk Kurtuluş Savaşı'nın kurucusu ve cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal Atatürk ile sekiz yıl sonra Türkiye Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edilmesinin temelini oluşturdu.
Sefer genellikle Avustralya ve Yeni Zelanda ulusal bilincinin başlangıcı olarak kabul edilir; 25 Nisan, iniş yıldönümü, iki ülkede askeri kayıp ve gazilerin en önemli anısı olan Anma Günü'nü (Ateşkes Günü) aşan ANZAC Günü olarak biliniyor.
Dünya kadınlar günü
Dünya Kadınlar Günü (DKG) her yıl 8 Mart'ta kutlanmaktadır. Kadın hakları hareketinin odak noktasıdır.
Amerika Sosyalist Partisi 28 Şubat 1909'da New York'ta bir Kadınlar Günü düzenledikten sonra, Alman devrimci Clara Zetkin 1910 Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı'nda 8 Mart'ın çalışan kadınların anısına her gün onurlandırıldığını önerdi. O günden bu yana Dünya Kadınlar Günü veya Uluslararası Çalışma Kadınlar Günü olarak kutlandı. 1917'de kadınlar Sovyet Rusya'da oy hakkı kazandıktan sonra, 8 Mart orada ulusal bir tatil oldu. O gün daha sonra ağırlıklı olarak sosyalist hareket ve komünist ülkeler tarafından 1967'de feminist hareket tarafından kabul edilene kadar kutlandı. Birleşmiş Milletler 1975'te günü kutlamaya başladı.
Bugün Dünya Kadınlar Günü'nü anmak, bazı ülkelerde resmi tatil olmaktan, başka yerlerde büyük ölçüde görmezden gelinmeye kadar değişmektedir. Bazı yerlerde bir protesto günüdür; diğerlerinde kadınlığı kutlayan bir gündür.
Tarihin ilk kadın doktoru
Mesleği uğruna 56 yıl kadın olduğunu gizledi, sırrı ölünce ortaya çıktı.
1856 yılında kayıtlara ilk kadın doktor olarak geçen, Elizabeth Garrett’ten tam yarım yüz yıl önce, bir başka kadın, Margaret Ann Bulkley, doktorluk mesleğini başarı ile yerine getiriyor, tıp dünyasına önemli katkılar sağlıyordu. Maalesef ki Bulkley’in, 19. Yüzyılın başında bunu kadın kimliği ile yapmasına imkan yoktu. Toplumun kısıtlayıcı ve adaletsiz yaklaşımını aşmak için adını değiştirdi, erkek kılığına girdi. Üstelik mesleğini İngiliz Ordusunda icra etti. Öldüğünde kadın olduğu anlaşıldı. Ordu, doktorun sırrının açıklanmasını yasakladı. 100 yıl boyunca Margaret Ann Bulkley’in hikayesi gizli kaldı.
Margaret Ann Bulkley nasıl Dr James Barry oldu?
1789 yılında İrlanda’nın Cork kentinde, bir bakkalın kızı olarak dünyaya gelen Margaret Ann Bulkley, sosyal ve dışa dönük bir çocuktu. 14 yaşına geldiğinde, maddi güçlükler, babasının borçları nedeni ile hapse düşmesine, Margaret ve annesinin de Londra’da yaşayan amcasının evine sığınmak zorunda kalmasına neden oldu.
Margaret, Londra’da amcası James Barry sayesinde, elit bir sosyal çevre ile tanışma fırsatı yakaladı. Margaret’ın sosyal statüsü, bu elit çevreden biri ile evlenmesine engeldi. Fakat aile, bu elit çevrenin desteği ile zeki kızları Margaret’ın öğretmen olabileceği umudunu taşıyor ve onu bu yönde yüreklendiriyorlardı.
Margaret, bu elit çevrede, devrimci Venezuela generali Francisco Miranda ile tanıştı. Bu tanışma Margaret’ın yaşamında dönüm noktası oldu. Birlikte yaptıkları plana göre, Margaret cinsiyetini gizleyerek tıp eğitimi alacak, mezun olduktan sonra Venezuela’da mesleğini icra edecekti.
1806 yılında Margaret, vefat eden amcasının adını ve miras bıraktığı parayı alarak, Edinburgh Üniversitesi’ne girdi. Ancak mezun olduğunda, Miranda ile yaptıkları planı hayata geçiremediler. Zira, 1812 yazında devrim engellenmiş ve Miranda, İspanyollar tarafından hapsedilmişti. Margaret, kadın kimliğini gizleyerek yaşamına Dr. Barry olarak devam etmeyi seçti.
1813 yılında hekim olarak, İngiliz Ordusuna katıldı. 1815 yılında Güney Afrika’daki İngiliz sömürge birliğine, atandı.
Barry’nin yaşam stili ile dikkat çekiyordu. Vejeteryandı. Sütünü içtiği bir keçisi ve adı Psyche olan küçük bir köpeği vardı. Gittiği her yere çok güvendiği yardımcısı Danzer’i de götürüyordu. (Danzer Barry’nin 50 yıl boyunca yanında kaldı.) Her sabah Danzer, Barry’e 6 küçük havlu verirdi. Barry bu havluları, kıvrımlı hatlarını yok etmek için vücuduna sarar ve omuzlarını daha geniş göstermesi için vatka gibi omuzlarına yerleştirirdi.
Titiz ve zor beğenen mizacından kaynaklı problemler yaşıyordu. Sinirli doktorun reformcu hemşire, Florence Nightingale ile sorunlar yaşadığı bilinmektedir.
Öfkeli mizacına karşın, Barry hastalarını destekler ve onlarla yakın ilişki kurardı. Hatta başarılı sezaryan opreasyonu sonrasında, doğan bebeğe ailenin, James adını verdiği, doktorun da bebeğin vaftiz babası olduğu bilinmektedir.
Cape Town valisi Lord Charles Somerset ile Barry’nin özel bir ilişkisi vardı. Lord Charles hastalandığında, Barry onun tedavisi ile yakından ilgilenmişti. Bu yakın ilişki, bir çok dedikoduya neden olmuştur. Hatta Lord Charles’in Barry’nin gerçek cinsiyetini bildiği ve ikisinin sevgili olduğu söylendi.
1857 yılında görev yaptığı Kanada’da rahatsızlanan Barry, Londra’ya geri döndü. 25 Temmuz 1865 yılında, 76 yaşında öldü. Barry’nin son isteği, üzerindeki kıyafetlerle hızlıca gömülmekti. Ancak son isteği yerine getirilmedi, ölümünden sonra, doktorun aslında kadın olduğu, hatta vücudunda doğum yaptığına dair izler taşıdığı anlaşıldı.
Askeri kurumlar, Barry’nin cinsiyetini fark etmeyerek, yaklaşık yarım yüz yıl boyunca bir kadını görevlendirdiklerini anlayınca, büyük utanç duydular ve konu ile ilgili belgelerin açıklanmasını 100 yıl boyunca yasakladılar.
Doktorun hikayesi, 1958 de İngiliz Deniz Harp Dairesi Arşivlerinde inceleme yapan Isobel Rae tarafından açığa çıkarılmıştır. İlk biyografi Rae tarafından kaleme alınmış, biyografiyi makaleler, kitaplar hatta bir film takip etmiştir.
Serdar Özbostanlıoğlu
30 Ağustos zafer bayramı
Zafer Bayramı ( Türkçe: 30 Ağustos Zafer Bayramı ), Mustafa Kemal Atatürk komutasındaki Dumlupınar'da 30 Ağustos 1922'de zaferle sonuçlanan Büyük Zaferin anısına Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde her yıl 30 Ağustos 1922'de kutlanan resmi bir milli bayramdır.
Yunan birlikleri İzmir'e kadar takip edildi ve 9 Eylül 1922'de Türk toprakları İzmir'in kurtarılmasıyla Yunan işgalinden kurtuldu. İşgal güçleri daha sonra ülke sınırlarından çekilse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülkenin toprak bütünlüğünün tamamen ele geçirilmesini temsil ediyordu.
Tarih: 30 Ağustos
Ülke: Türkiye
Başlama: 1924 (Başkumandan Zaferi); 1926 (Zafer Bayramı)
1952'de Amerika gözüyle Türkiye
Ülkenin yıllar içinde giderek eritilmesi ve gelen bir çok hükümetin iyi yönetememesi sonucu; ülkenin şu an ki gerilemesini ve eski potansiyeli ne kadar güzel göstermiş video.
Sivas katliamı
Aziz Nesin'in de orada oldugu donemde yobaz dincilerin cuma namazından hemen sonra daha abdestleri bozulmadan yaptıkları eylemin sonucu 37 kişi öldü. Bu katliamda, Aziz Nesin'i itfaiye kurtardi. Moğollar'ın "Issızlığın ortasında" şarkısı madımak olaylarında ölenlere ithaf edilmiştir.
Cinlerin tarihsel kökeni
Arap’ların inançlarında cinler genel olarak tanrılardan farklı değildi.Yalnız cinlerin kişilikleri pek gelişmemiştir ve tanrılar kadar güçlü değillerdir.Hıristiyan Cadara aşiretinden Perikope, rastladığı bir cine adını sorar, aldığı yanıt ‘’Ordu’’ olur.Bir ordu kadar çokturlar.Böylece cinlerin, özelliklere geceleri, ordu gibi örgütlenerek oradan oraya koşturduklarına inanırlardı.Arapça bir sözcük olan ‘’Cin’’ çoğuldur; sözcüğün tekili Cann’dır.Ama bizim dilimize cin tekil olarak yerleştiği için, çoğulunu cinler olarak kullanıyoruz.
Cinler insanlara, en azından Araplara benzerler.Arap inançlarına göre, kendilerine benzeyen bu cinlerin de aşiretleri vardı; erkek ve dişi vardı.Tevrat’ta cinleri başıboş gezen ruhlar olduğu söylenir.(Tevrat, Tekvin: 6, 1-4)
Etimolojide cin ile can aynı anlamda kullanıyor ve gerçekte, saklı ve gizemli olan ruh anlamına geliyor.Kuşkusuz hem İbrani hem Arap inançlarında ruhlar etten, kemikten yapılma değillerdi ama dünyayı gezer, dolaşırlardı.
Cinlerin, cinden başka adları vardı.Chul, Silat, Ahık ve Aulak gibi dişi cinler; Azab, Aziab, İzb ve Kur’an’da(27,39) geçen İfrit gibi erkek cin adları buna örnektir.
Çöller bu cinlerle ve hayaletlerle doluydu.Gece çölde atını veya devesini süren yolcunun kurtla dost olması için, Chul’un itimadını kazanması gerekiyordu.Gecenin sessizliğine ta kim bilir nerelerden gelen gürültüleri, cinlerin çıkardığına inanılıyordu.Bazı yollarda cinler fısıldaşıyor, yolcuyla konuşmak istiyorlardı ama yolcu korkusundan, vuruyordu kamçıyı devesine ve hızla uzaklaşıyordu oralardan.Ayrıca cinler ıslık çalarak da yolcuları çağırıyorlardı; bu nedenle Araplar cinleri çağırmış olmamak için, geceleri hala ıslık çalmazlar.
Yarı efsanevi olarak, gidilmesine olanak olmayan ve nerede oldukları bilinmeyen yerlerin Abkar, Barakut, Bakkar, Sayhad, Yabrin, Haub gibi cinlerin yaşadığı yerler olduğuna inanırlardı.Bu yerler insanlara boş ve korkunç çöller gibi görünürdü; ama aslında cinlerin yaşadığı vahalar, büyülü cennetlerdi.Bir de eskiden yaşam dolu olan ama sonradan savaşlar, kırımlar nedeniyle boşalmış, kimsenin uğramadığı eski kent kalıntıları da cinlerin mekanlarındandı.Ayrıca kilise avluları da cinlerin yaşadığı yerlerdi.
Cinlerin geceleri dolaştıklarına, şafak sökerken ortadan kaybolduklarına inanırlardı.Gündüzleri karanlık yerlerde; yılanlar, sürüngenler gibi toprağın altında yaşarlardı.Yalnız belirli bir bölgede yaşamazlardı.Cin ordusu bütün dünyaya dağılmıştı.Yalnız belirli bir bölgede yaşamazlardı.Cin ordusu bütün dünyaya dağılmıştı.Yalnız çöllerde değil, suyu bol olan vahalarda, pınar başlarında da yaşarlardı.İnsanların oturduğu evlerde yaşayan cinler, cini sayılırdı.
Cinlere her tarafta rastlama tehlikesi vardı.Toprağı sürerken, kuyu açarken, ev veya köprü inşa ederken cinlere rastlanabilirdi.Cinlere havada bile rastlanabiliyordu; serap, cinlerden başka bir şey değildi.Cinlerden pek çok korkan Muhammed sefere çıktığı zaman, ordunun her yön değiştirişinde cinlerden korunmak için tek bir getirirdi.
İbraniler de Araplar gibi cinlere inanıyorlardı.İbrani efsanelerinde sözü edilen ve kaybolmuş olduğuna inanılan on üçüncü İbrani kabilesine mensup olanların ruhlarının bir tür farelere geçmiş olduğuna inanıyorlardı.Bu fareler işte bu nedenle, İbraniler’e yasak olan deve sütüne dokunmuyor, bu sütten içmiyorlardı.
Araplar nedenini açıklayamadıkları olaylardan cinleri sorumlu tutuyorlardı.Eğer sulanmaya götürülen koyun ve sığır sürüsü su içmiyorsa, bu işe kesinlikle iyi saatte olsunlar karışmış demekti.Bir kadının çocuğu olmuyorsa, erkek iktidarsızca sorumluluk cinlerin üstüne yıkılıyordu.Salgın hastalıklar, ateşli hastalıklar, bayılma, epilepsi, delilik, kara sevdaya tutulma gibi olaylar hep cinlerin başının altından çıkıyordu.Özellikle deliliğin cinlere hakaret edenin başına geldiğine inanıyor ve böyle bir kişiye götürüp, çölün ortasına bırakıyorlardı.
İslam’la birlikte cinlere inanma yeni aşamaya geçti.Tanrılar ortadan kalktı ve cinler aşağılandı.İslam örtüsü altındaki yeni inançlara göre, cinler dünyevi cehennem yaratıkları ordular ve yeraltındaki oyuklarda yaşamaya mecbur edildikleri için yeni tanrı Allah’a düşman oldular.Karakterleri değişti ve başlarında baş şeytan olan İblis’in emrindeki bir şeytanlar ordusuna dönüştüler.Yeni tanrı Allah’ın düşmanları olarak, yeni İslam kültünün düşmanıydılar ve inançlılara musallat olup, onları bu yeni dinden çıkarmaya uğraşıyorlardı.Müslümanlar da şeytanların ezan sesine dayanamayıp, kaçtıklarına inanıyorlardı.Öte yandan şeytanlar ezan sesini boş vererek, müezzinin çağrısına uymayıp camiye veya mescide gelmeyenlerin kulaklarına işiyorlardı.
Aslında cinler Araplara özgü değildir.Bu cin ve korkusu Kumran’da yaşayan ve orada bir Musevi tarikatı kurmuş olan Essenler’den geldiğini öne sürüyor.Ama ilk çağlardan beri Mezopotamya ile ticari ve kültürel ilişkileri olan Arapların bu boş inançları, eski tanrılarının çoğunu borçlu oldukları bu kültür havzasından almış olmaları daha doğru görünüyor.
Yalnız İslam döneminde cinlerin önemi arttı; İslam ve Muhammed eski tanrıların yerine, artık şeytanlara dönüştürülmüş olan cinleri getirerek, bu eski çok tanrıcı sistemi kırmaya çalıştı.Şeytanları veya cinleri Müslümanlar’ın ve tanrıları olan Allah’ın düşmanı yaparak, tek tanrıcılığın Hıristiyanlık sonraki bir başka versiyonu olan İslam’ı güçlendirmeyi başardı.
Şamanizm ve İslamiyet
MADEM DİYANET AYDINLATMIYOR, BEN ANLATAYIM:
-Müslümanlar Nişanlanırken Kırmızı Kurdele Kullanamaz
Gelinliğin üzerine bağlanan kırmızı kurdeleler, nişan törenlerinde yüzüklere bağlanan kırmızı kurdeleler, okumaya yeni geçmiş çocukların yakasına takılan kırmızı kurdeleler; hep uğuru ve kısmeti temsil eder. Ayrıca kötü ruhların şerrinden korunma sağladığına inanılır.
-Müslümanlar Mezar Taşı Kullanamaz ve Süsleyemez
Günümüzde toplumda ulu kabul edilen kimselerin ölümlerinden sonra ruhlarından medet ummak ve mezarlarının kutsanışı şaman geleneğin devamıdır.
Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın sanat eseri haline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülmektedir.
-Müslümanlar Nazar Boncuğu Takamaz
Anadolu’da halk arasında “nazar” olgusu çok yaygın bir inanıştır.
Bazı insanların olağandışı özellikleri olduğu ve bakışlarının karşılarındaki kimselere rahatsızlık verdiğine, kötülük getirdiğine inanılır. Bunun önüne geçmek için “nazar boncuğu” “deve boncuğu” “göz boncuğu” vb. takılır. Bu inanış da Şamanizm'den kalmadır. (Nazar duası bu konuyla alakalı değildir)
-Müslümanlar Mevlit ve İlahiler Okutamaz
Şamanlar ayinlerinde davul ve kopuz kullanmışlardır. Müziksiz hayatın ve ayinlerin değişilmez bir parçasıdır. Oysa İslam dininde Kur’an'ın müzikle okunması kesinlikle günahtır. Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu’da Hz.Muhammed’in Hz.Ali’nin hayatları müzikle okunmaktadır
Mevlit ve İlahiler sadece Anadolu’da uygulanan müzikli anlatımlardır. İslam dininde ölünün ardından mevlit merasimi diye bir uygulama yoktur.
Osmanlı tarihinde ilk Mevlit, 1409-10 yıllarında Bursalı bir fırıncı ustası olan Süleyman Çelebi tarafından yazılmıştır.
-Müslümanlar “Yukarıda Yaratıcı Var” Diyemez
Tengrizm inancından kalmıştır. Bu anlayıştan dolayı dua ya da işaret ederken eller gökyüzüne açılır.
-Müslümanlar Sağ Ayak Ritüelini Yapamaz
Kapıdan çıkarken sağ ayağın önde olması da #Şaman kültüründen kalma bir ritüeldir. Sol ayakla geçmenin kişiye uğursuzluk getireceğine inanılır.
-Müslümanlar Yakınlarının Arkasından Su Dökemez
Şaman kültüründeki suyun kutsallığı olgusunun doğurduğu adettir. Su berekettir, kutsaldır. “Su gibi çabuk dön, ak geri gel, ak çabuk, kazasız belasız git” demek için su dökülür gidenin arkasından.
-Müslümanlar Türbelere, Ağaçlara, Çalılara Bez ve Çaput Bağlayamaz
Şamanizm inancında dilek dileme şekli. Küçük kumaş parçaları genel olarak ağaçlara çok önem verildiğinden ve yaşamın sembolü kabul edildiğinden ve yaşam üzerinde muazzam etkileri olduğu düşünüldüğünden, bunların dallarına bağlanır ve dileğin gerçekleşmesi beklenir.
Günümüz Türkiye’sinde bu eski gelenek halen devam etmektedir. Temelinde ise doğadaki her varlığın bir ruhu olduğu inancı yatmaktadır.
-Müslümanlar Tahtaya Vuramaz
Eski Türkler göçebe oldukları için, daha önce girmedikleri ormanlara girerken, ormandaki kötü ruhları kovmak için ağaçlara vurup bağırarak gürültü çıkarırlarmış. Bu davranış aynı zamanda doğa ruhlarına kötü olayları haber verip, onlardan korunma dilemek amaçlıdır. Tahtaya vurma adeti, sadece Türk kültüründe değil bir çok Avrupa kültüründe de vardır.
-Müslümanlar Ölünün Ardından Belirli Aralıklarla Toplanamaz
Birisi öldükten sonra evinde toplanıp dua okumak, bu toplanma işini 7, 21, 40 günde bir tekrarlamak gibi eylemler de Şaman kültüründen kalmadır.
Eski Türk inanışına göre ruh fiziki bedenini 40 gün sonra terk etmektedir. Vefat edenin “40’ın çıkması” deyimi vardır. Şamanizm’de ölen kişinin ruhu evi terk etsin, göğe yolculuğuna başlasın, öteki ruhlar doluşmasın diye insanlar ölen kişinin evinde toplanıp ayin yapar, yas tutarlar.
-Müslümanlar Çocuklara Doğadan Esinlenen İsimler Koyamaz
Orta Asya Toplulukları (Eski Türkler) doğada bazı gizli kuvvetlerin varlığına inanmışlardır. Tabiat güçlerine itikad, hemen hemen bütün halk dinlerinde mevcuttur. Fiziki çevrede bulunan dağ, deniz, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekillerine ve olaylarına karşı hayret ve korkuyla karışık bir saygı hissi eskiden beri olmuştur. Çocuklarımıza verdiğimiz isimlerin birçoğu da bu derin bağlardan kaynaklanmaktadır.
-Müslümanlar Mezarlara Küçük Suluklar Yaptıramaz
Mezarların ayak ucunda bulunan küçük suluklar; ruhların susadıkları zaman kalkıp oradan su içmeleri inancına dayanır. Ayrıca kuşların, böceklerin o suluklardan su içmesinin, ölmüş kişinin ruhuna fayda edeceğine inanılır.
Not: Şaman kültüründe, ayinlerde kullanılan yardımcı ruhlar, kuş biçiminde tasvir edilmişlerdir. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar Şamanlara, gökyüzüne yapacakları yolculukta yardımcı olmaktadır.
-Müslümanlar Su İçerken Kafalarını Elleriyle Destekleyemez
Bu da bir Şaman geleneği kalıntısıdır. Şöyle ki, su içerken insan akli başından kaçabilir diye kafa elle tutulurmuş.
-Müslümanlar #Anadolu Kilim Motifi Kullanamaz
Eski Türklerde bir Şamanın giysisine yılan,akrep, çıyan, kunduz gibi yabani hayvan şekilleri çizmesinin, bu hayvanları topluluğun yaşam alanlarından uzak tutmaya yardımcı olduğuna inanılır.
Günümüzde Anadolu’da Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim, örtü ve perdelere işlenen desenler, giysiler üzerinde kullanılan motifler bu inanıştan kaynaklanır.
-Müslümanlar Kurşun Döktüremez
Kurşun dökme adeti de şamanizm geleneklerindendir. Şamanizm'de buna "kut dökme" denir. Kötü ruhlardan birinin çaldığı kutuyu "talih, saadet unsurunu" geri döndürmek için yapılan bir sihri ayindir.