#Kültür & Sanat
27.01.2020 21:01

Rousseau felsefesi

İşte, yeryüzünde yalnızım; kendimle baş başayım; artık ne kardeşim var, ne benzerim, ne de dostum. İnsanların en seveceni, en cana yakını, bu insanlar arasından söz birliğiyle çıkarıldı. Bunlar, düşmanlıklarını hainliğin son sınırına götürerek, duyarlı ruhuma hangi üzüntünün daha çok dokunabileceğini araştırdılar ve beni kendileriyle birleştiren bağların hepsini kesip attılar.

Kendileri istemeseler de, onları sevebilecektim; sevgimden ancak insan olmaktan çıkmak yoluyla kurtuldular. Öyle istediklerine göre, şimdi benim için yabancı, adı sanı bilinmeyen insanlar onlar; birer hiçler! Ama, onlardan ve her şeyden sıyrılmış bulunan ben neyim? Bana bunu araştırmak kalıyor. Ne çare ki, önce benim durumuma bir bakmak gerek; sözü benzerlerimden kendime aktarmak için de gerekli bu.

Bu garip duruma düşeli on beş yıldan çok geçtiği halde, yine de düş gibi geliyor. Hâlâ sindirim güçlüğü çektiğimi, kötü uyuduğumu ve uyanınca dostlarıma yine kavuşacağımı sanıyorum. Evet, hiç kuşkusuz, ayrımına varmadan uyanıklıktan uykuya, daha doğrusu yaşamdan ölüme geçmiş olacağım. Her nasılsa, eşya doğasından çıkarak, içinde bir şey seçemediğim bir düşleme yuvarlandım. Ve bugünkü durumumu ne denli çok düşünürsem, nerede bulunduğumu o denli az anlıyorum.

Ah, varacağım sonu önceden nasıl anlayabilirdim; beni pençesine aldığı bugün bile anlayamıyorum. Hiç değişmeyen, hâlâ ne idiyse o olan benim, bir gün gelip bir canavar, zehir saçan bir adam, bir öldürmen (katil) sayılacağımı, insanoğlunun nefret ettiği ayak takımının oyuncağı olacağımı, gelen geçenin beni yüzüme tükürerek selâmlayacağını, bütün bu kuşağın söz birliğiyle beni diri diri gömmekten hoşlanacağını kestirmeye sağduyum izin verir miydi? Şaşkınlık ve katlanamayış, beni on yıldır dinmeyen bir sabuklama nöbeti içine attı. Bu sürede de yanlış üstüne yanlış, budalalık üstüne budalalık yaparak, önlemsizliğimden dolayı talihimi ellerine alanlara yazgımı kesin olarak belirlemeye yarayacak birçok silah vermiş oldum.

Uzun zaman boşuna var gücümle çırpındım. Becerikli, ikiyüzlü, usta ve önlemli olmadığım gibi, açık sözlü, sabırsız ve çabuk kızar bir kişi olduğum için çırpındıkça daldım ve düşmanlarıma, bana yeni yeni kötülükler etme konusunda, asla savsaklamadıkları fırsatları verdim. Sonunda, çabamın yararsızlığını, boşuna üzüldüğümü görüp, geri kalan tek karara vardım ki, o da yazgıya başkaldırmadan boyun eğmekti. Acı ve boşuna bir karşı koymanın yorgunluğuyla uzlaşamayan o her şeye katlanmanın verdiği dinginlikle derdimi unutabildim.

Bu dinginliğe bir etken daha karıştı. Acımasız düşmanlarım, bana çektirme konusunda daha başka düzenler düşünürken birini unuttular ki, o da her seferinde yeni bir darbe indirerek acımasızlıklarının etkisini sürekli tazelemekti. Bana ufak bir umut ışığı bırakmak becerisini gösterseydiler, bu umut sayesinde beni hâlâ ellerinde tutar, oyalayabilir, gerçekleşmeyen bekleyişimle beni yeni bir üzüntüye mahkûm edebilirlerdi. Ancak, ellerindeki araçların hepsini birden kullanmadan tükettiler; bana hiçbir şey bırakmamakla kendilerini de her şeyden yoksun ettiler. Beni boğdukları kara çalma, alay, rezillik ve aşağılanma ne artabilir, ne de eksilebilir; ne onlar yeğinleştirebilirler, ne de ben bundan sıyrılabilirim. Perişanlığımı en son sınırına vardırmakta öyle çok çabaladılar ki, bütün insan gücü, cehenneme özgü bütün hilelerin yardımıyla bile, ona hiçbir şey katamaz. Beden sızısı bile bu acıyı çoğaltacağına avutur, beni inletirken içimi çekmekten kurtarır; vücudumun parçalanması yüreğimin parçalanmasını durdurur.

Jean-Jacques Rousseau
Yalnız Gezerin Düşleri’ nden…

0
27.01.2020 12:55

Ağlayan çocuk Çiko'nun hikayesi

Bir zamanların en popüler resimlerinden biriydi ağlayan çocuk.Hemen her yerde karşımıza çıkan bu tablonun çok ilginç ve bir o kadarda tuhaf öyküsü var.

1980'li yıllarda Türkiye'de minibüs camlarını, dükkanları ve evlerin duvarını süsleyen "Ağlayan Çocuk" resmi, son 30 yılda tam bir şehir efsanesine dönüştü.

Tablo, İngiltere’de ise 1950’lerde 250 bin adet satıldı. Gözü yaşlı masum çocuğu başta çok sevilse de İngiliz basınının kurnazlığına kurban giderek "lanetli" damgası yedi.

Ülkemizde daha çok “Çiko” olarak bilinen tablo, birçok insanda merhamet, acıma, şefkat gibi duygular uyandırıyor.

Kitlesel tüketim için seri halde imal edilen ucuz tablolardan biri olan “Ağlayan Çocuk”, İtalyan ressam Bruno Amadio’nun (1911-1981) imzasını taşıyor.

Sağlığında Venedik’teki turistlere resim satarak geçinen Amadio’nun bilinen 27 tablosu var. Daha çok Giovanni Bragolin olarak tanınan sanatçı, eserlerinde, kimilerince “çingene çocuklar” olarak anılan, ağlayan çocukları resmetmiştir.

1950’lerden itibaren tüm dünyayı dolaşmaya başlayan resmin yüzlerce farklı versiyonu üretildi.

Aslında ela gözlü ve kumral olan çocuk sarışın, mavi gözlü oldu. Ceketinin modeli defalarca değişti. Bazen cinsiyet değiştirdi, kız oldu. Yaşı küçültüldü veya büyütüldü. Her ülkeye, her talebe, her zevke uysun diye birçok değişime uğradı. Değişmeyen tek şey, gözyaşları ve insanın içini parçalayan acıklı bakışlarıydı.

Tablonun lanetine gelince... Her şey İngiltere’deki bir yangınla başladı.

İngiliz “The Sun” gazetesinin 4 Eylül 1985’de yayınladığı haberde, maden kasabası Yorkshire’deki bir itfaiyecinin, tamamı yanan birçok evde bu posterlerin hiç zarar görmediğini iddia ettiği yazıldı. Bunu gören itfaiyecilerin “Ağlayan Çocuk” resmini asla evlerine sokmadıkları belirtildi ve haliyle haberi okuyan resim sahipleri paniğe kapıldılar.

Yangınların çoğu, kötü elektrik sobalarının yatağa, perdeye yakın yerlerde kullanılmasından, ocakların açık bırakılmasından kaynaklanıyordu.

O yıllarda İngiltere’nin yoksul mahallelerinde bu posterin 50 bin kopyası satılmıştı. Yangınlar da hep yoksul mahallelerinde çıkıyordu. Gazetenin çağrısı üzerine de 2 bin 500 okuyucu evlerindeki posterleri gazeteye yolladı.

Posterler toplu halde yakıldı, fotoğraflar yine ilk sayfada yayınlandı. Hızını alamayan gazete, büyünün bozulması için “Resmi vakit geçirmeden başkasına verin, ağlayan kız ve erkek çocuklarını birleştirin ya da birlikte asın.” diye akıl vererek oldukça ilkel bir tavır sergiledi.

Ardından binlerce insan gazeteyi arayarak kendi yaşadıklarını anlattı.

Hikayeler akıl alacak gibi değildi. “Ağlayan Çocuk” resminden geceleri ağlama sesleri geldiği, gözyaşının kan rengine dönüştüğü, resmin durduk yerde titremeye, sallanmaya başladığı türünden söylentiler ortalığı sardı. Bir süre sonra tüm söylentiler unutuldu.

Ama daha sonra laneti Şili’de ortaya çıkacaktı. Başkent Santiago’da bir organizatör. Cadılar Bayramı için bastırdığı afişte "Ağlayan Çocuk" resmini kullandı. Afiş kentin tüm ana caddelerine ve alışveriş merkezlerine asıldı.

Paranormal olaylarla ilgilenen çevreler ve medyumlar ayağa kalkarak resmin lanetli olduğunu ve hemen asıldıkları yerden kaldırılması gerektiğini söylediler.

Şili’nin en büyük gazetesi Las Ultimas Noticias (LUN), olayı “Ağlayan Çocuğun Tüyler Ürperten Dönüşü” sözleriyle manşete taşıdı. Gazetenin konuştuğu yaklaşık 80 kişi, resme sahip olduktan sonra başlarına hep kötü şeyler geldiğini, boşandıklarını, işlerinden atıldıklarını, evlerinde yangın çıktığını söylediler.

"Ağlayan Çocuk", yarattığı bu şehir efsanesiyle, "Da Vinci Şifresi"ni bile gölgede bıraktı.

İtfaiye yetkilileri bütün yangınların ihmaller sonucunda çıktığını açıklasa da, “The Sun” gazetesinin yaydığı haberler toplum tarafından daha çok kabul edilmiş gibi görünüyor. Aslında bu durum, medyanın toplumu çok kolay bir şekilde yönlendirebileceğini gösteriyor.

#çiko

Ağlayan çoçuk çiko
0
16.01.2020 00:48

Papaz bağının hikayesi

Ahmet Efendi'nin eşi Şaziye Hanım bağ evinde çamaşır yıkamaktadır. Her çamaşır gününde bağ evinde, çamaşırların kaynatıldığı açık ateşte gözleme yapılır ve çay demlenir, camaşır gününün yorgunluğu atılmaya çalışılırmış.

İşte böylesi bir günde meraklı bir ODTÜ'lü öğrenci '(ki bilirsiniz genellikle hep meraklıdırlar) çamaşır yıkayan Şaziye Hanım'ı görür ve bağ evini görmek için izin ister. Şaziye Hanım öğrenciye izin verir ve ardından da yaptığı gözleme ve çayı ikram eder. Öğrenci ısrarla ücret ödemek ister. Şaziye Hanım da ısrarla reddeder. Sonunda öğrenci gelecek hafta sonu arkadaşlarıyla buraya gelmek istediğini söyler. Tek koşul ise Şaziye Hanım'ın bu kez ikramlar karşısında ücret almasıdır. Nitekim öyle de olur...

Giderek artan yoksulluk içinde misafir grubunun bıraktığı para oldukça işe yarar niteliktedir. Böylece Şaziye Hanım bu işi sürekli yaparak aileye ekonomik destek sunmaya karar verir. Bağ evinin bugünkü işlevine kavuşmasının öyküsü de, işte böylesi ilginç bir öyküdür. Yıl 1963'tür.

Papazınbağı adı sonradan çıkar... Bu bölgede geçmişte Hıristiyan nüfus yaşadığı ve alanın çok yakınında kilise olduğu için, bag işletmeye açıldıktan ve çok rağbet görmeye başladıktan sonra, bazı rakipleri, "oraya gitmeyin orası papazınbağı" diye bir söylenti yaymaya başlarlar. Bu söylenti amacına ulaşmaz. Halk burayı çok sever ve vazgeçmez. Ama adı halk arasında Papazınbağı olarak bilinmeye ve bu adla sevilmeye başlanır. Aile bağ evini satmamakta direnir... Zamanla bağevi kentin rantı en yüksek alanında, adeta yalıtılmış, dokunulmamış, gizli bir cennet bahçesi olarak kalır. Beton cehennemi içinde doğal bir cennet...

İşte o zaman beton ve para ile doğa ve insan sevgisi, karşılıklı sert bir mücadeleye girer. Papazın bağına çok güçlü talipler çıkar. Aileye büyük paralar teklif edildiği gibi sıklıkla aba altından sopa da gösterilir. Ama aile direnir. Bu güzel cennet bahçesini betona teslim etmek istemez. 1994 yılında ise "Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu"na başvurarak Papazınbağı'nı 1. dereceden doğal sit alanı ilan edilmesini sağlarlar. Papazınbağı kurtulmuştur. Ankara için çok teşekkürler Kuloğlu ailesi...
Girişte kuş sesleri, horoz sesleri ve küçük bir derenin huzur veren şırıltısı karşılar sizi. Papazınbağı'nda doğa sesinden başka hiç bir mekanik ses duyamazsınız. Yalnızca doğanın o eşsiz melodisi. Asırlık çam, çınar, dut, Ankara armudu, Ankara ayvası, üvez, ceviz ve muşmula ağaçlarıyla süslenmiş 14 bin m2'lik küçük bir cennet adacığı burası... Üstelik de tam şehrin göbeğinde...

0
14.01.2020 18:27

İslam'a uygun cikma teklifleri

Dinimizce caiz olan cikma teklifleridir.

Örnek:

Fazullah: Sümeyye bu geceki ilahi konserine iki biletim var, gidelim mi?
Sümeyye: hayırlısı olsun abdullah...

2
06.01.2020 16:43

Dilimize yerleşmiş 10 İstanbul deyimi

1. ÜSKÜDAR’DA SABAH OLDU

Üsküdar’da deniz kıyısındaki Valide Sultan ve Mihrimah Sultan camilerinin müezzinleri, karşı tarafta yaşayan padişaha seslerini duyurabilmek ve ondan ihsan alabilmek, belki saray müezzinliğine yükselebilmek ümidiyle sabah ezanlarını mutlaka Beşiktaş’taki cami müezzinlerinden önce okurlarmış. Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak anlamında bugün dahi kullanılmakta olan “Üsküdar’da sabah oldu” deyimi vaktiyle aynı hat üzerinde olmalarına rağmen Üsküdar’ın Beşikta’tan önce okunan sabah ezanlarından kaynaklanmıştır.

2. MARMARA ÇIRASI GİBİ TUTUŞMAK

Eskiden ocak, soba veya mangalda ateş yakabilmek için çıralar kullanılır, bu çıralar ise çarşılarda tutam halinde satılırdı. Aniden parlayanlar, öfkelenenler için kullanılan bu deyim, sakızlı çam ağaçlarıyla meşhur olan Marmara Adası’ndan toplanan, reçinesi bol olduğu için kolay yanan çıralardan doğmuştur.

3. KABAK BAŞINDA PATLAMAK

Su kabaklarının içleri oyularak şişe gibi kullanıldığı yıllarda, Galata meyhanelerinde içleri şarap dolu kabaklar sıra sıra vitrine dizilir; isteyen külhanbeyi hangi kabağın ipini keserse onu alır ve bitirmeden yerinden kalkmazmış. Meyhaneye yapılan baskınlarda zabıtalar ve bekçiler tarafından mekandaki küpler ve fıçılar devrilir, sıra sıra asılmış şarap kabakları da meyhaneci ve araya giren müşterilerin başında patlatılırmış.

4. DİNGONUN AHIRI

İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurdu. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürlerdi. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı yahut her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için bu deyim kullanılmıştır.

5. GOYGOYCULUK YAPMAK

Vaktiyle Muharrem ayında ilahiler okuyarak kapı kapı dolaşıp dilenen tarikat mensubu dilencilere goygoycu adı verilirdi. Bu kişiler, Muharrem ayından iki gün önce Üsküdar’daki tekkelerine giderek şeyhlerinin yanında toplanır ve buradan dörder beşer kişilik gruplar halinde semtlere dağılırlardı. Muharrem’in birinci gününden onuncu gününe kadar sokaklarda ilahiler okuyarak dolaşan goygoycular, gülbank çekerler ve durdukları kapının önünde dua ederlerdi. Günümüde bu deyim gevezelik, boşboğazlık yapmak anlamında kullanılmaktadır.

6. ÇAPULCU

Vaktiyle tulumbacı takımlarına sızmış işsiz güçsüz adamlara çapulcu adı verilirdi. Bunlar zaman içinde birtakım sınavlardan ve denemelerden geçerek takıma alınmlarına rağmen, bazıları ahlak düşkünlüğü sebebiyle yine ilk fırsatta yangın yerinden hırsızlığa kalkışırlar, durum fark edilirse polise teslim edilirler ve o semte bir daha adım atamazlardı.1910’lu yıllarda İstanbul şehreminliği görevini sürdüren Cemil Topuzlu, hatıralarında itfaiye teşkilatındaki aksaklıkları dile getirirken “çapulculuktan” bahsetmektedir.

7. BULGURLU’YA GELİN GİTMEK

Bir işte gereğinden fazla telaş gösterenlere söylenen bu deyimin hikayesi şudur; Bulgurlu Köyü, suyu ve havası nedeniyle güzel bir köydür, eskiden beri de pehlivan çıkaran bu köyün delikanlıları güzelliği ile meşhur olmuştur. Bu delikanlılarla evlenmek için civardaki köylerin genç kızları can atarlardı. Dokuz gün festival havasında geçen Bulgurlu’nun düğünleri de pek meşhurdu. Eğer Bulgurlu’dan bir görücü gelip kızı beğenerek nişan taktı mı, kız nişan bozulur korkusuyla çeyizini noksanlarını tamamlaması, bir an evvel nikah kıyılıp Bulgurlu’ya gelin gitmek için annesini, babasını gece gündüz sıkıştırırmış.

8. PÜSKÜLLÜ BELA

II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanır. Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmıştır. Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir iştir. Püsküllü bela deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

9. BALIK KAVAĞA ÇIKINCA

Karşılıklı noktalarda bulunan Rumeli ve Anadolu Kavağı, çok rüzgarlı ve akıntının kuvvetli olduğu yerlerdir. Buralarda bu yüzden balık tutmak neredeyse imkansızdır. İstanbul’da balığın bol bulunduğu ve dolayısıyla fiyatının düştüğü zamanlarda şehirde tutulan balıkların, Kavaklar’a kadar götürülüp satıldığı görülür. Diğer zamanlarda düşük ücretle balık almak isteyen müşterilere balıkçılar tarafından verilen cevap ise “O sizin dediğiniz ücret balık kavağa çıkınca olur” şeklindedir.

10. İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

Kılık kıyafetleriyle dikkat çeken İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri için kullanılan bu tabir, aynı zamanda gösterişten uzak ve giydiğini kendisine yakıştıran anlamlarını da taşır. Deyimde geçen “dirhem” ve “çekirdek” tabirleri kuyumculukta hassas tartılar için kullanılan ağırlık ölçüleridir. O dönemde piyasada en değerli para olan Osmanlı altını, tartıda iki dirhem bir çekirdek gelmektedir. Kılık kıyafet konusunda titiz olan kimselerin piyasada en yüksek değere ve hassas ölçülere sahip altın sikkeyle beraber değerlendirilen bir deyim olmuştur.

0
16.11.2019 15:39

LC Waikiki'den ASMR reklam videosu

Bence güzel, estetik ve gayet etkili bir reklam çalışması olmuş. Yaratıcı reklamları her zaman çok sevmişimdir.

1
21.05.2019 15:52

Japonya eğitimi

#Japonya’da 4. sınıfa kadar çocuklar hiçbir sınava girmiyor. Çünkü küçük yaşlarda çocukların ezberleme yeteneğini ölçmek istemiyorlar. Asıl istedikleri çocukların doğru görgü kurallarını öğrenmeleri. Bildiğimiz gibi ülkemizde çocuklar 1. sınıftan itibaren sınavlara girmeye başlıyorlar.

Ülkemizde böyle bir sistemin geliştirilmesi uzun vadede ne tür değişimler yaratır?

2
20.05.2019 10:21

Kitap okuma alışkanlığı

Kitap okuma alışkanlığı yetişkinlerin yaratıcılıklarını ve iş performanslarını arttırırken, çocuklarda ise okul başarısına katkı sağlıyor.

1 Ne tür kitaplardan hoşlandığınızı keşfetmek bu işin temeli.
Bir kitapçıya veya kütüphaneye giderek kitapların sayfalarını karıştırıp, hangi tür kitapların size hitap ettiğini öğrenin. Kurgu romanlar, biyografiler, eğitici kitaplar ve düşünce metinlerini inceleyerek ne sevdiğinizi keşfedin.

2 Kitap okumak için zaman yaratın.

Tıpkı popüler bir diziyi izlemek için televizyonun karşısına geçtiğiniz gibi, belirlediğiniz bir zamanda kitabınızı elinize alın ve kendinize rahat bir köşe bulun. Telefon ve televizyon gibi dikkat dağıtıcı unsurların sesini kısın.

3 Ailenizin diğer bireyleriyle birlikte kitap okuyun ve okuduklarınızı tartışın.
Bu yöntem özellikle çocuklarına okuma alışkanlığı kazandırmak isteyen aileler için oldukça faydalı. Ailece kitap okumak ve okunanlar üzerine konuşmak kültür seviyenizi yükselttiği gibi, empati yeteneğinizi de geliştirecek.

4 Kendinizi kısıtlamayın.

Birtakım önyargılara kapılıp sevmediğiniz halde Nobel ödüllü bir yazarın kitabını okumak için kendinizi zorlamayın. Kitap okumak son derece öznel bir eylemdir ve herkes farklı yazı stillerinden, farklı yazarları okumaktan keyif alır. ‘Bu yazar çok iyi’ denilerek size tavsiye edilen bir kitabı okumaya çalışmak yerine gerçekten seveceğiniz bir eseri elinize alın.

5 Kendinize günlük kitap okuma rutinleri oluşturun.
Günde yalnızca 20 dakika kitap okumak hem iş hayatındaki performansınızı arttırmanızı hem de kendinizi daha iyi ifade edebilmenizi sağlar. Her gün kitap okumaya ayırdığınız süreyi uzatmaya çalışın.

6 Yarıda bırakın
Okurken sıkıldığınız kitapları yarıda bırakmaktan korkmayın. Kimse size kitabı bitirmek için senet imzalatmadı değil mi?

7 Değiş tokuş iyidir.

Arkadaşlarınızla kitap değişimi yaparak, daha önce okuduklarınız hakkında sohbet edin. Bu tür konuşmalar kitaplara olan hevesinizi arttırır ve yeni aldığınız kitabı okumak için sabırsızlık duyarsınız.

3
29.01.2019 11:47

Barış manço ve Cem karaca arasındaki söyleşi

İşte iki gerçek sanatçı siyasi görüşleri ters düşse bile karakter ve bilgi bakımından aynı insanlar. Cahil ve yobaz insanların internetle tanışmadığı yıllar.

- Barış Manço: Sen daha iyiydin, seni daha çok alkışladılar.
- Cem Karaca: Misafir olduğum için öyle olmuştur.

2