Popüler

Altın oran miti
Okuduğunuz Her Şeye İnanmayın: Salyangoz Kabukları ve Fibonacci Sayıları
Biz insanlar hayatın tamamının mucizelerle dolu olmasını isterler. Her şeyin büyüleyici, her şeyin sıradışı, her şeyin olağanüstü, her şeyin masalsı olmasını…Ancak doğa kusurludur. Bu kusurları görmezden gelerek bilim üretemeyiz. Çünkü kusurlara bakarak, hataları anlayarak, eksiklikleri fark ederek sistemlerin nasıl çalıştığını, nasıl çalışmaları gerektiğini, neden kusursuz olamayacaklarını anlarız. Hatta bu sayede onları geliştiririz, doğadakilerden daha başarılı sistemler üretebiliriz.
HP, Apple, Netscape Communications gibi birçok büyük teknoloji firmasında yazılım mühendisi olarak görev almış olan, aynı zamanda astronomi, biyoloji, matematik gibi alanlarda araştırmalar yürüten, teknoloji ve bilim yazarlığı yapan, bilimin yayılması için konuşmalara katılan Akkana Peck, deniz kabuklarının matematiği ile ilgili bir araştırma yazısı üzerinde çalışırken ilginç bir gerçekle karşılaşmış. Hikayeyi bilirsiniz: doğada kusursuz bir matematik olduğu, ayçiçeklerinden salyangoz kabuklarına, kol uzunluğumuzdan çeşitli kentlerin bulunduğu coğrafi lokasyonlara kadar her şeyin “özel bir matematik” dahilinde olduğu iddia edilir. Hatta kimi zaman üniversitelerin animasyon birimleri ve grafikerleri bile bunu öyle bir göstermektedirler ki, sanki doğada hakikaten tüm canlıların uyduğu bir matematiksel/geometrik düzen varmış gibi bir algı yaratılır. Kolumuzun toplam uzunluğunun dirseğimizden parmak ucuna kadar olan uzunluğa oranının “altın oran”a uymak zorunda olduğunu sanırız. Deniz kabuklarının ve deniz minarelerinin gerçekten de Fibonacci sayılarına mükemmel şekilde uyduğunu sanar, ayçiçeği tohumlarının kusursuz bir matematiği takip ettiğine inanırız. Bunların hepsi koca bir hatadır. Akkana Peck bu gerçekle yüzleşmesini şöyle anlatıyor:
“Bir arkadaşımın üniversitedeki matematik dersine Fibonacci sayılarıyla ilgili bilgi vermek üzere davet edilmiştim. Daha lisedeyken Fibonacci sayıları üzerine araştırmalar yapmaya başlamıştım ve onların büyüyen bir şehrin güç istasyonlarını planlamada nasıl kullanıldığını incelemiştim. Tüm bunları o derste anlatacaktım, dolayısıyla araştırmalarımda bulduğum tüm görselleri bulmaya ihtiyacım vardı. Bilirsiniz, çam kozalaklarındaki, çiçeklerin yapraklarındaki, ağaçlardaki dallanmalardaki matematiksel oranları, Altın Oran’ı, Fibonacci/Altın Spiralini, vb. doğadaki matematiği gösteren görsellere ihtiyacım vardı. Örneğin bir Nautilus kabuğunun nasıl harika bir şekilde Fibonacci sayılarına uyduğunu göstermeyi istiyordum.
Çam kozalaklarını topladım, bazı fotoğraflar çektim, slaytlar hazırladım ve iş, altın orana uyan spiralleri göstermeye geldi. Ufak bir GIMP metni hazırlayarak bilgisayarımın otomatik olarak Fibonacci spiralini oluşturmasını sağladım. Sonrasında, bir odacıklı Nautilus fotoğrafı aramaya başladım. Amacım, bu spirale ne kadar kusursuz şekilde uyduğunu göstermekti. Sonunda Wikipedia’dan harika bir örnek buldum. GIMP içerisine yapıştırdım ve üzerine altın spirali çizdim. Sonrasında ise birbirine uydurmak üzere boyutlarla oynamaya başladım. İmkansızdı. Hiçbir şekilde spiral, kabuğun şekline uymuyordu!
Ne kadar çabalarsam çabalayayım, hiçbir şekilde kabuk ile spirali uyduramadım. Ben de Google Images’ı kullanarak daha fazla kabuk fotoğrafı bulmaya çalıştım. Bulduğum hiçbir kabuk spirale uymuyordu! Hatta Fibonacci sarmalına yaklaşamıyordum bile!”
Akkana Peck, bu konuda yalnız değildir. Başlangıçta sözünü ettiğimiz düşünceler, halk arasına o kadar yerleşmiştir ki, bizim matematiğimizden doğan bazı oranların doğada harikulade bir şekilde olması gerektiğini sanırız. Evet, bu oranlar kabaca doğadaki organizmaların yapılarında rastlanabilir. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktur. Örneğin Fibonacci sayıları dediğiniz sayılar, kademeli olarak bir önceki toplama eklenerek artan sayılardır. Bir deniz minaresi kabuğu da, bir önceki zaman diliminde üretilen kabuk miktarının üzerine konarak arttığı için, elbette, ister istemez Fibonacci sayıları dediğimiz sayıya uyacaktır. Bir ayçiçeğinin tohumları, merkezden başlayıp etrafa yayılır. Altın spiral de, belli bir merkezden başlayıp etrafa yayılan çizgilerden elde edilir. Dolayısıyla ikisinin birbirine uyması kaçınılmazdır. Bizler bu oranları tanımlarız. Bu oranlar, gökten inmezler. Eğer doğada, bu oranları tanımladığımız temele uyan bazı sistemler varsa, o sistemlerin sonucunda yine bu oranları görmemiz son derece anlaşılırdır. Hatta bu, kaçınılmaz bir sonuçtur.
Daha açık bir örneği şöyle verebiliriz: tüm sayı sistemleri etrafımızda kendini tekrar eden objeleri kategorize ederek gelişmiştir. 1, 2, 3 gibi sayılar, aslında kategorizasyon amacı taşır. Tek olan bir olguya “1” deriz. Kendini tekrar ediyorsa, bu sayıyı arttırırız. Sayılar böyle oluşmuştur. Tüm matematik, bunun üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla matematiği, doğadaki sistemleri tanımlamak için, doğadaki sistemlere bakarak geliştirdik. Örneğin matematikteki “türev” denen işlem, “değişim miktarını” verir. Dolayısıyla etrafımızda düzenli olarak değişen şeylere bakıp, türev hesabına uymalarına şaşıramayız. Ancak nedense bu matematiksel unsurların adı “altın oran” veya “Fibonacci sayıları” gibi daha havalı isimler olunca, sanki özel bir anlamları varmış zannedilir. Halbuki tıpkı türev, integral, vb. matematiksel hesaplamalar gibi, bu oranlar da doğaya bakarak inşa ettiğimiz sistemlerin ürünüdür. Doğadaki sistemlerde bu matematiksel izleri görmemizde şaşılacak bir taraf yoktur.
Ancak sorun bu da değildir. Sorun, zaten doğada bu oranlara uyduğu iddia edilen birçok sistemin, daha fazla sayıda veriyle gözden geçirildiğinde, bu oranlara hiç de uymadığını görmemizdir. Örneğin spesifik bir insanın omuz-kol uzunluğunu, dirsek-kol uzunluğuna böldüğünüzde 1.618’e çok yakın bir sayı elde edebilirsiniz belki, ki bu “altın oran” olarak bilinir. Ancak 100 insanın kolunu ölçtüğünüzde, bu orandan ciddi anlamda sapma olduğunu görürsünüz. Belki ortalamaları gene altın orana yakın olacaktır; ki bu son derece anlaşılırdır, çünkü bu oranların zaten doğa yasalarının tanımından kaynaklandığı düşünülmektedir. Örneğin kütleçekiminin bir cismin yerden yüksekliğine etkisinin, ağırlıkla sınırlandırılmış olmasından ötürü birçok uzunluğun altın orana uymak zorunda olduğu düşünülmektedir ve bu konuda araştırmalar sürmektedir. Altın oran, sonradan keşfedilen bir özellik değildir. Doğada var olan oranlardan çıkarılan bir özelliktir. Eğer ki etrafımızda altın orana uyan obje sayısı gerçekten çok fazlaysa, beynimizin de bu oranı daha hoş görecek şekilde evrimleşmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.
Science News‘de yayınlanan bir makalede deniz kabuklarının spiralleri ele alınmıştır. 1999 yılında emekli matematikçi Clement Falbo San Francisco’da bulunan Kaliforniya Bilim Akademisi’nde bir dizi Nautilus kabuğunun ölçümünü yaptı. Bulguları ilginçti: evet, kabuklar altın spiral gibi logaritmik bir seriyi takip ediyordu. Ancak kabukların oranı 1.24 ila 1.43 arasında değişiyordu. Ortalama oranları ise 1.33’e 1’di! Bu, 1.618 civarında olması beklenen altın orana yakın bile değildi!
Sonradan, 2002 yılında aynı sorunu John Sharp da fark etti. Ancak matematikçilerin bu bulgularına rağmen halk arasında halen bu oranların canlıların yapısını %100 yönettiği ve bu canlıların vücutlarının bu oranlara %100 uyduğu gibi saplantılı bir sanrı bulunmaktadır. Sharp şöyle söylüyor:
“Bu yanlış iddiayla ilgili en ilgi çekici olan şey, ne kadar yaygın olduğudur. Hatta bu konuları daha iyi bilmeleri gereken matematikçiler bile bu hataya düşmektedirler. İşte bu, neden geometrinin daha geniş olarak ve sıradan olmayan bir şekilde öğretilmesi gerektiğini göstermektedir. Sadece geometri de değil, şekiller ve oranların görsel estetiği de düzgün öğretilmelidir.”
Burada son olarak şu sorun doğmaktadır: bir sayı, bir diğerine ne kadar yakın olursa, tamamen uyduğu söylenebilir? Yukarıdaki sayılar arasındaki fark matematiksel olarak barizdir. Dolayısıyla 1.33 sayısını gidip de “1.618’e çok yakın, dolayısıyla bu canlılar altın orana uyuyorlar.” dememiz mümkün değildir. Zaten daha önce de söylediğimiz gibi, spirallerin büyüme tipinden ötürü buna benzer bir orana uyması kaçınılmazdır. Eğer doğadaki bir sistemin, belli bir orana uyduğunu iddia edeceksek, ondalık basamağından sonraki en az 2-3 adet değerin o orana birebir uymasını bekleriz. Örneğin pi sayısını kullanırken 3.14 olarak almak yeterlidir. Daha fazlası hesaba dikkate değer bir katkı sağlamaz (ancak dahasını eklerseniz hesabınızın isabetliliği artar). Daha azı ise kabul edilmez, çünkü çok yüksek hata payı demektir. Benzer şekilde, Dünya’nın yerçekim ivmesini 9.81 almak kabul edilebilirdir; ancak 10’a yuvarlamak ilkokul düzeyinde bir hesap yapılmıyorsa kabul edilemez. Benzer şekilde, bir sistemin altın orana uyduğu iddia ediliyorsa, o sistemden aldığınız oran en azından 1.62 civarında olmaldır ki genelde doğrudan 1.618’e uyması beklenir. Ancak 1.3 gibi bir sayının 1.618’e yakın olduğunu, dolayısıyla sistemin “altın orana kusursuz şekilde uyduğunu” söylemek akıl, bilim ve gerçek dışıdır.
Doğaya Bakarak Geliştirdiğimiz Matematikte, Doğayı Görmek Kaçınılmazdır!
Görselde de görüldüğü üzere altın oran iddia edildiği gibi bu kabuklara asla uymaz...
Deniz Toprak – Evrim Ağacı
Kaynaklar ve İleri Okuma:
Shallow Sky
Science News

Yalnız kadınların ve kedilerin şarkısı
Çocukluğu köyde geçmiş bir kadınım ben; çocukluktan beri vejetaryenim. Civcivleri, tavukları, horozları arkadaşım biliyorum ve onları yeme düşüncesi bana ürkütücü geliyor. Bu yüzden bir çok kez dayak yedim babamdan; akrabalarım ve köylüler beni kınadılar bir çok kez bu yüzden.
Yirmi yaşına yeni girmiştim ve kasabaya taşınmıştık. Yemekleri ben yapıyordum evde; kıymasız ve etsiz yemekleri elbette! Yılbaşı akşamıydı, babam et getirmişti. Annem, “ben pişiririm” dediğinde, babam, “hayır, kız pişirecek!” dedi. Babam, bana “kızım” demezdi hiç, ismimi de söylemezdi. “Kız”`dım ben… Babama eti pişirmeyeceğimi söyledim. “Köyde beni madara ettiğin yetmedi, burada da ne kadar kedi köpek varsa topluyorsun başına, rezil oluyorum herkese!” diye bağırdı. Sonrasını hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde hastanedeydim ve iki hafta kadar ilçedeki hastanede yattım. Soranlara, “kız bunalıma girmiş, kendini yerden yere atmış” dendi benim için…
Taburcu olduğumun ertesi günü kasabadaki kasap dükkanında işe başladım…Babam, bana bir ay sürecek bir ceza verdiğini söyledi. Ses etmedim… Hâlâ ağrısı geçmemişti kollarımın, bacaklarımın ve sırtımın. Et doğramak, tartmak, paketleyip müşteriye vermekti görevim. Öğle yemeklerinde yarım ekmek tavuk döner yedim kasap tarafından ısmarlanan. Kedilere ve köpeklere yemek vermemi, hatta onlara yaklaşmamı bile yasakladı bana babam. Kızını yola getirmiş baba imajı çok gururlandırmıştı onu. Evde kıymalı ve etli hiçbir yemek yapmıyordum, ama bu durumu dert etmiyordu artık; çok mutluydu.
Ellerim titriyordu et doğarken dükkanda; ekmek arası tavuk döneri yerken gözlerim yaşarıyordu. Kasap, bana bakıp gülüyordu; müşteriler kendilerince akıl veriyor, babam, arada bir dükkana gelip kasapla konuşuyor, “bu kız böyle giderse kurban da keser!” diyordu kahkaha atarak.
Bir aylık ceza dolmak üzereyken, yirmi dokuzuncu günün gecesinde ilçeye, oradan da otostopla şehre indim. Şehre uzak bir park içinde yer alan umumi bir tuvalette çalıştım ilk. Kasaptaki günlerimi saymazsak, bir daha et yemedim.
Altı yıl oldu kasabadan ayrılalı. Şimdi bir metropolde yaşıyorum ve hayvan barınağında görev yapıyorum. Evim yoksa da bir barakam var; dört kedimle beraber barakada ikamet ediyorum.
Annemi ve kardeşlerimi özlediğim oluyor; annemle yoğurduğum tarhana kokusunu duyumsuyorum bazen…
Ben, hayvanları can belledim; bir kuzuya bakınca et görmedim, can gördüm. Babam anlamadı beni; köylüler, kasabadakiler, buradakiler, hiçbiri anlamadı… Barınakta benden başka çalışanlar da var; kedileri ve köpekleri seviyorlar, ama yemeklerde et yiyorlar, kurban bayramında kuzuları boğazlayarak ibadet ettiklerinden eminler ve vejetaryen olduğum için benimle dalga geçmekteler…
Kendimi en yakın hissettiğim hayvan kirpidir. Kirpi dostlarım da oldu; bir kirpiye bakınca çok duygulanıyorum… Deli olduğum varsayımıyla insanlar uzak duruyor benden… Olsun, köpeklerce sevilmek mutlu ediyor beni…
Bir idealim var benim; kendimi hayvanlara adamak… Kendimi hayvanlara adadım; tavuklara, kuzulara, kedilere, kirpilere…
Evet, bir barakada yaşıyorum. Televizyon almadım ,ama kitaplarım ve kitap ayracım var mesela. Giyinmeyi kuşanmayı bilmiyorum, makyaj yapmıyorum ve kedilerimle şarkılar söylüyorum; bazen kendimize söylüyoruz şarkıları, bazen ağaçlara, bazen insanlara…
Hiçbir alışveriş mağazasına girmedim ömrüm boyunca; merak da etmedim içinde neler olduğunu. Ruj, oje, rimel; hiçbir makyaj malzemesi kullanmadım şimdiye kadar. Hâlâ ayağım hafif aksıyor yürürken; babamı affetmeyeceğim…
Bir yolum var kendime ait; kendi yolumda gidiyorum. Gece yarıları votka içtiğim oluyor ve kedilerimle, hayvan dostlarımla, doğayla iç içe olmak yetiyor bana.
Kadınım, kirpiyim ve can`ım ben; şimdi kedilerimle beraber bir şarkı söyleyeceğim size…
Yalnız kadınların ve kedilerin şarkısıdır bu
Gece yarıları votka içen kadınların
Flüt çalınan ve kitap okunan kedilerin şarkısıdır
Bizi anlamıyor olabilirsiniz
Doğrusu biz de sizi anlamıyoruz
Sizi incittik mi bir kez olsun
Lütfen siz de bizi incitmeyiniz...


Lâfın tamamı,aptalara anlatılır
Vietnam’da zayiat vermek istemeyen bir Amerikan generali temizlik harekâtında alması gereken bir köyü taş taş üstünde kalmayana kadar bombalatır.
Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp temiz raporunu verip, alındı listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken, arkalarından tek bir el ateş edilir.
Yine inanılmaz bir bombardıman başlar.
Mantar gibi yükselen alev topları, makinalıların sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği.
Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik kalmış Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar.
Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler.
General çocuğu görünce çok etkilenir.
Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki.
Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protez.
Çocuğa dönüp;
– Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kurşuna dizilmekten kurtarayım.
Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve;
– Sağ gözünüz gerçek! der.
General şaşırır;
– Nasıl olur, sağ gözüm takma, açıkça da belli oluyor. Neden bile bile öyle bir cevap verdin?
Çocuk;
– O daha insanca bakıyordu..!!!.

Matematiğin günlük hayatta kullanımı
(+) . (-) = (-) Negatiflerle tartışmaya girmeyin sonuç negatif olur.
(+) + (-) = (±) Negatiflerin görüşlerini benimsemeye çalışmayın değer kaybedersiniz.
(+) / (-) = (-) Negatifler için kendinizi parçalamayın. Sonuç negatif olur.
(+) - (-) = (+) Negatifleri etrafınızdan çıkarın. Sonuç her zaman pozatif olur.

Berna Laçin'in gözünden Küba
FATİH ALTAYLI: Küba'da patates bile yok.
BERNA LAÇİN : Bak, ben sana KÜBA'da neler yok anlatayım!
Küba’ya yaptığım yolculuk bir gezi değil, deneyim oldu benim için... Eşi benzeri olmayan tarihi ve yönetim sistemiyle, kimseye benzemeyen insanların ülkesi burası. Rom, puro, dans-müzik ve neşe... Buram buram “gerçek” zenginlik... Küba’yı anlamak için Küba’da neler yok bir göz atalım.
ÇOCUĞUM NE OLACAK' KORKUSU YOK
İnsanın çocuğu için endişelenmemesinden daha büyük zenginlik yoktur herhalde. Bu ülkede daha kadın hamileyken, devletin kurduğu hamile merkezlerine gitme zorunluluğu var. 70’li yıllarda, hamile pilatesi başlatılmış bu merkezlerde, ayrıca çocuk bakımı için eğitim veriliyor. Doğan çocuk, devletin sayılıyor. Her tür sağlık ve eğitim hizmetini devlet karşılıyor. Eğitim de tabii ki eşit.
SAĞLIĞIN İÇİN ENDİŞELENMEK YOK
11 milyon nüfusluk küçük bir ada olan Küba, tıp alanında dünyada en üst sıralarda. Çocuk lösemisini yüzde 80 oranında tedavi edebilecek kadar ileriler. 30 bin doktor çalışıyor. Sadece kendi ülkelerine değil, tüm Güney Amerika ülkelerine sağlık hizmeti veriyorlar. Tabii ücretsiz!
AÇLIK YOK
Devlet, karneyle her aileye ihtiyacı olan yiyeceği dağıtıyor. Tavuk, et, pirinç, patates, şeker... Kişi başı, karnı doyuracak miktar, devlet eliyle veriliyor. Elbette, çuval çuval değil. Örneğin; kişi başlı aylık 2 kilo kırmızı et veriliyor meselâ. Tavuk dersen o daha çok. Eh bizim ülkemizde asgari ücretle geçinen biri her ay kişi başı 2 kilo et yiyebiliyor mu acaba?!
İŞSİZLİK YOK
Devlet herkese iş veriyor. Ve maaşlar arasında yüzde 3’ten fazla fark bulunmuyor. Doktor olmuşsun, garson olmuşsun pek fark etmiyor.
SOKAKTA YATAN EVSİZ YOK
Bana en ilginç gelen bu oldu. “En gelişmiş” diye tanımladığımız ülkeler bile evsiz kaynarken Küba’da bir tane sokakta yatan insan yok.
KADINA ŞİDDET' YOK!
Zaten genel olarak kavga-dövüş-bağırış-çığırış yok. Korna çalan bile yok. Hani, belediye suyuna sakinleştirici karıştırıyorlar diyeceğim ama belediye suyu da yok. Her yer doğal kaynak ve su fışkırıyor. Dönelim şiddete; elbette ufak tefek olaylar oluyormuş ama bir kadına hafifçe dokunmanın cezası bile 5 yıldan başladığı için belki de, öyle şiddete filan rastlanmıyormuş. Hele “karısını öldüren kocalar var mı” sorusunu sorduğumda, bana sapıkmışım gibi bakmaya başladılar. “Nereden aklına geliyor böyle şeyler” dedi bana genç bir Kübalı kadın.
BOŞANMA YOK
Çünkü evlenme de yok. Kübalılar genellikle resmi evlilik tercih etmiyor çünkü ayrılmak isterlerse işlemlerle uğraşmak istemiyor. Resmi imzaya gerek duymuyorlar çünkü boşanma sırasında paylaşılacak mal, mülk kısaca nafaka-miras gibi kavramlar yok. Zaten her şey devletin.
TER KOKAN KİMSE YOK
Sabun-şampuan karneyle. Hepsi Küba malı. Fazladan almaya kalkarsan pahalı. Ama herkes tertemiz.
EĞLENCESİZ GÜN YOK
Müzik ve dans her şeyleri. Sanki ibadet gibi. Her ân her yerde eğlence var. Sokaklarda, meydanlarda toplanıp, dans ediyorlar.
TARLALARDA ORGANİK OLMAYAN GIDA YOK
Tavuk çiftliği yok meselâ. Bahçelerde yetişiyor tavuklar, ayağı toprağa değiyor. Tıpkı çocukluğumuzdaki tavuklar gibi lezzetli oluyor.
KAZIK YEMEK' KORKUSU YOK!
E her işletme devletin. Çalışanlar da devlet memuru. Ama bizdeki öğretmen evleri gelmesin aklınıza. Örneğin, Hilton Otel, Devrim sonrası olmuş Küba Özgürlük Oteli. En görkemli şovlar, en güzel caz kulüpler aslında hep devlet işletmesi. Ayrıca, Küba’da turistler de devlet koruması altında. Turiste zarar vermek en büyük suçlardan biri.
PARA YOK!
Evet para yok! Doktor, aylık 20 Euro karşılığı bir maaş alıyor. Hayır yanlış yazmadım; en yüksek maaş bizim paramızla aylık 60 lira. Az geldi değil mi! Şimdi “nasıl geçiniyorlar” diye düşünüyorsunuz. Ama işte elektrik de 0,50 kuruş. Ev kirası yok, sabundan yiyeceğe temel ihtiyaçlara para harcamak da yok. Hastane masrafı, eğitim masrafı yok! Çocuklara kalem almak bile yok. Lüks yok ama ihtiyaç da yok!

Kamil Koç rezaleti
Kamil Koç truzim şirketinden bilet alan Video daki kişilerin hakları resmen gasp edilmiş. Bu Videoda da muavinin çirkinleşmesine izleyin. Ayrıca arkadaşların yerinde olsam o muavinin agzı ile burbunun yerini değiştirirdim. Hakları gasp edilen arkadaşların sakin kalabildiklerine şaşırmamak elde değil.

Zihnin At Gözlüğü
Zihnin At Gözlüğü: Ön Yargı
Önyargı, bir kişi ya da olaya ilişkin yeterli bir bilgi edinmeden, önceden, peşin bir karara varmış olma durumudur. Toplumun küçüklükten itibaren kulağımıza fısıldadığı her kelime ve sunduğu her resim, önyargımızın temel taşlarıdır. Önyargı, insanların düşüncesizliğine bir kılıftır. Su, izanın pusulasıdır. En adaletsiz yargı önyargıdır.
Önyargı bireylere, düşüncelere, belirli bir insan topluluğuna ya da nesnelere ilişkin olabilir. Önyargılar kişinin, topluluğun ve nesnenin karşısında olmak ya da yanında olmak biçiminde ortaya çıkabilir. Ama genellikle olumsuz, yani karşı olmak biçimi ağır basar. Önyargılar bazen de acele karar vermekten kaynaklanır.
Bir iki tecrübeden hemen genel geçer bir hüküm çıkartılır. Bir elma yersiniz ekşi, sulu, kokulu ve tatlı gibi birçok izlenime sahip olusunuz. Fakat her elma aynı değildir. Birçok insan birbirine elma muamelesi yapar ve sonunda yargılar oluşmadan önyargılar oluşur.
Eğer önyargılar davranışa dönüşür ise, artık bunun adı dışlamadır. Yani önyargı bir tutum, dışlama ise bir davranıştır. Önyargı bazen belli gerekçelere ve ön bilgilere dayansa da, haklı gerekçesi olmadan diğerlerinin kötü olduğunu düşünmek, önyargının nefret boyutudur. Ön yargı bir taraf tutma biçimidir. Sakız gibidir, bir kez bulaştı mı uzar gider, yapışır kalır ve çok şişerse suratınıza patlar. Allport “erken yargılar yeni bilgilerle yüzleşince değişmiyorsa önyargıya dönüşmüş demektir” der. Yemeğin tadına bakmadan tuz atan adam önyargının ordusuna katılmış bir neferdir.
Önyargıların baskın olduğu toplumlarda, kendini ifade edebilmek kurak topraklarda gül yetiştirmekten daha zordur. Dünya üzerinde oynanan çok sinsi ve egoist politikalar toplumların belli olaylara karşı önyargılı olmaları için her yolu denemekten çekinmemektedir. Toplamı önyargılı kişilerden oluşan böyle toplumlar, bir tür esir kampındadırlar. Yüz yıl önce ne ise bugün de böyledir. Yüz yıl sonra da böyle olacaktır. Zihnimiz böyle empoze önyargıların esiri ise hiçbir zaman gerçekleri göremeyiz. Kuran-ı Kerim’de “Hislerinize uyup adaletten sapmayın” (Nisa-135) buyrularak önyargısız bir yaşam için yol gösterilir.
Bir zamanlar dört oğlu olan bir bilge kişi varmış. Çocuklarına acele ve erken karar vermemelerini ve önyargılı olmamalarını öğretmek için onları eğitmek istemiş. Her birini sırayla uzak bir yerde bulunan ağacın yanına gidip ona bakmak için göndermiş. İlk oğlan kışın gitmiş, ikincisi İlkbaharda, üçüncüsü yazın, sonuncusu sonbaharda gitmiş. Sonra bir gün hepsini bir araya toplamış ve ne gördüklerini sormuş. İlk oğlan ağacın çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söylemiş. İkinci oğlan, “Hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı” demiş. Üçüncü oğlan başka fikirdeymiş, “Çiçekleri vardı ve kokusuyla görüntüsüyle o kadar muhteşemdi ki, daha önce hiç böyle bir güzellik görmemiştim” demiş. Sonuncu oğlan, hepsinin de haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat taşıyor olduğunu bildirmiş.
Yaşlı adam oğullarına hepsinin haklı olduğunu söylemiş, çünkü hepsi farklı mevsimlerde bu ağacı görmeye gitmişlermiş. Onlara; “bir ağacı veya bir insanı, kısa bir süre veya bir mevsim tanıdıktan sonra yargılayamayacaklarını ve neye sahip olup olmadıklarını güzelce anlatmış.”
Sizlerde hayatı ve insanları bir mevsime bakarak yargılamayın. İlk defa gördüğünüz bir insanın ya da karşılaştığımız biri durum hakkında söz söylemekte acele etmeyin. İyi bir gözlemci olun. Hayatı analiz ederken etiketlemeden yolunuza devam edin. İnsanların ırkına, cinsiyetine, tuttuğu takıma, parmağındaki yüzüğün türüne yada bıyığının kesimine bakarak değerlendirmeyin. Empati yapın. Başkalarının açtığı önyargı yolundan gitmek zorunda olmadığınızı bilin. Atoma bile hükmetmekten bahseden insan, önyargılarına neden hükmedemesin ki?

Winston Churchill
Churchill Gizli bir Müslümandı?
Birleşik Krallıkta günlük olarak yayınlanan Express adlı gazete bir yazı yayınladı: "Winston Churchill, İslam inancından etkilendi ve ailesinin bir kısmı, İngiliz Ordusu ile Hindistan da geçirdiği zamandan sonra İslam dinine dönüşmüş olabileceğini düşünüyordu... Bir mektup bunu ortaya çıkarıyor."
Bu, Batı siyaseti ve Medya elitlerinin öz-cezalandırma ve öz-nefret oluşturmada bitmeyen çabalarının bir başka tezahürüdür. Churchill'in İslamlaştırılması "Jefferson'un Kuran Taktiği" olarak adlandırdığımız şeye bir başka örnektir: İslamı teşvik etmek için, herhangi bir nedenle İslama ilgisi olan kamu figürlerinin aslında İslamdan etkilendiklerini ve hatta gizli Müslüman olabileceklerini dile getirmek. (Açıkça dinin olumsuz görüşlerini dile getirmiş olsalar bile)
Churchill'in etkilenmesine ve olası din değiştirmesine dair kanıtlar, 1907 Ağustos tarihli Churchill'e gelecekteki baldızı Leydi Gwendoline Bertie'den gelen bir mektuptan geliyor. Onu şöyle uyarıyor: "Lütfen İslam dinine geçme. Sende bir doğululaşma eğilimi, paşa-vari bir eğilim dikkatimi çekti. İslam'la temas edersen, düşündüğünden çok daha kolay din değiştirebilirsin... Ne demek istediğimi bilmiyorsun. Buna karşı savaş."
Ayrıca Express gazetesinin bize söylediği gibi, Churchill arkadaşlarıyla birlikte Arap giysileri giymeye başladı.
Churchill'in İslama karşı hayranlığı ne olursa olsun, ne kadar Arap giysileri giyerse giysin işte İslam hakkında söyledikleri:
"İslamın, inananlarına koyduğu lanetler ne kadar korkunç! Bir köpekteki hidrofobi gibi, bir insanda tehlikeli olan fanatik çılgınlığın yanı sıra, korkunç kaderci apati var. Etkileri bir çok ülkede belirgindir. İslam Peygamberinin takipçisinin olduğu veya yaşadığı her yerde, tedbirsiz alışkanlıklar, baştan savma tarım sistemleri, durgun ticaret yöntemleri ve mülkün güvensizliği var. İtibar ve kutsallığın ilerisinde, bozuk bir duyumculuk, bu yaşamı lütuf ve gelişimden mahrum eder.
İslam kanununda her kadının mutlu mülkü olarak bir erkeğe ait olması gerektiği gerçeği, İslam inancının erkekler arasında büyük bir güç olmaktan çıkıncaya kadar köleliğin son bulmasını geciktirmektedir." https://winstonchurchill.hillsdale.edu/churchill-on-islam/
Bu güçlü açıklamalar, bugün olsaydı İngiliz siyaseti ve medya kuruluşlarında Churchill'e sel gibi eleştirilere neden olacaktı. Express ve diğer İngiliz gazeteleri, Churchill'i İslamofobik, bağnaz, Nativist, ırkçı ve daha kötüsü olarak suçlayacaklardı.
Hepsi bu kadar da değil; Bir kaç yıl önce İngiliz siyasetçi Paul Weston, Churchill'in yukarıdaki sözünü halka okuduğu için tutuklandı.
Günümüzde Churchill hiç bir zaman İngiliz siyasetinde ya da Batıda herhangi bir yerde bu konuda konu olmayacak. Ancak Winston Churchill hala inkar edilemez bir İngiliz tarihinin kahramanıdır, bu nedenle günümüz gerçekliklerine uyum sağlaması için yeni bir Churchill icat edilmiştir.
Benzer şekilde, Amerika Birleşik Devletlerinde, görünüşte Kuran'a saygı gösteren ve Beyaz Sarayda bir Ramazan iftar yemeğine ev sahipliği yapan yeni bir çok kültürlü Thomas Jefferson var. Tabii ki, Jefferson Kurana saygı göstermedi ve hiç bir zamanda iftar yemeği vermedi. Ancak gerçeklerin nadiren bu fantezilere müdahale etmesine izin verilir.
Bir kez daha medya kuruluşlarının ne kadar korkak ve sahtekar olduklarını gösteren Express, nihayetinde -Onuncu paragrafında- "Churchill'in asla din değiştirmediğini belirtti."
Başka bir deyişle, bu konuda hiç bir hikaye yoktu ama yine de yayınlandı. Bu modern gazeteciliktir.
Yanlış olduğunu bilerek sansasyonel bir manşet atarken, Express gerçek gündemini ortaya çıkardı. İngiliz medyasının geri kalanı gibi, İngiliz halkına İslamı sevdirmeye çalışıyor. Böylece kitlesel Müslüman göçünü, cihat terörünün artan varlığını ve İngiliz toplumunundaki kadınların ve diğerlerinin şeriat baskısını kabul ediyor...
