Kynodontas
Köpek Dişi (Kynodontas, 2009)
Hayatımda izlediğim an arızalı ve en kendine özgü filmlerden biri. Bana son derece rahatsız edici geldi. Son derece rahatsız uyudum, sabaha kadar kabus gördüm ve yorgun uyandım. Bildiğin korku veya gerilim filminin feriştahı olsa güler geçerdim. Burada çok başka bir şeye dokunuyor.
Bildiğiniz ve verili kabul ettiğiniz her şeyin nasıl da bir kurgu olabileceğini sorguluyor. Tabii bu sorgulanan içine doğduğumuz gerçeklik algısının bütün ögeleri. Aile, akrabalık, konuştuğunuz dil, nesneler ve işlevleri, her şey bunun içinde. Eğer bazılarını üstümüze alınmazsak dışa kapalı bir faşist yüce devlet ve içeride onun inandırdığı şeylere inanarak yaşayan insanlar. Böyle de bakabiliriz.
İster yüce devlet ve insanları diye bakalım ister aile yapılanlar aynı. Aslında bir köpek eğitim çiftliğindeki köpeklerden farkımız yok. Bize bu çiçeğin adı zombi denildiği için, bu hayvan tehlikeli denildiği için öyle öğreniyoruz.
Etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir bahçeli ev var. Sadece otorite figürü olan baba, dışarı çıkabiliyor bu mikro evrenden. Anne ve çocuklar, tehlikelerle dolu dış dünyaya hiç adım atmıyorlar. Dış dünyadan tek gördükleri geçen uçaklar. “Eğer uçak düşerse ilk bulanın olur!” diyorlar. Bir de arada bahçeye giren kediler olabiliyor. Çok çok tehlikeli bir vahşi yaratıktır kediler, insanı parçalar, kafatasını bile yer!
Böyle bir kapalı mikro evrende yaşayanlar denince aklınıza kim geliyor? Kuzey Koreliler mi? Hayır sadece onlar değil, dünyanın en gelişmiş, en müreffeh toplumları bundan farklı değil. Aidiyetimize dair her şey, ailemiz, değerlerimiz, inançlarımız, her şey ama her şey kocaman bir kurgunun bir parçası. Arada bu kurguyu zora sokan, bir farklı fikir oluşturan, dış evrene dair bir ipucu veren yeni bir şeyle karşılaşırsak da hep beraber ondan nefret ediyoruz. Zaten babamız da o dış dünyadan gelen Bruce Lee filmi mi her neyse o kasedi kafamıza vura vura kırıyor ve bizi olası tehlikelerden koruyor.
Filmde bolca çıplaklık sahnesi de var, insanı cinsellikten soğutacak kadar ruhsuz ve itici tasvir edilmişler özenle. Zaten erişkin yaşa gelmiş bir erkek çocuğu var. Onun cinsel ihtiyaçları olacağı var sayılıyor. İki erişkin kız kardeşi için böyle bir şey söz konusu değil. Oğlan için dış dünyadan bir kadın getiriliyor. Ama dış dünyadan bir etmenle iletişim bütün otoriter sistemlerde olduğu gibi sistemin çökmesinde ilk adım oluyor.
Samimi kanaatim şu: kendi adıma sanatta kışkırtıcı ve rahatsız edici anlatım tarzını sevmiyorum. Daha önce Haneke'nin La Pianiste filminde bu duyguya kapılmıştım. “Neden çiş, jilet ve kusmuk imgelerine maruz kalıyoruz” diye sormuştum. Buna cevap olarak “modern insanın naturası bir eskatolojik miti öngörmektedir, parametrelerini kaybetmiş bir ben'in artık ötekiyle olan sınırlarını kestiremeyen bir görüngeye hapsolarak, kendi özbilincinin tutsağı olması” diye bir yazı okudum. Benim cahilliğime verin, insanın doğasını ve toplumsal sınırları anlatmanın tek yolu, kadına film boyunca defalarca şırıl şırıl ortalık yere çiş yaptırmak ve bize bunu seyrettirmek mi? Sanmıyorum.
Hepimiz, öyle ya da böyle akvaryum balığı gibiyiz. Dış dünyanın varlığını algılasak bile akvaryumun dışına çıkabilme olasılığımız az. Böyle mükemmel bir konuyu, izleyiciyi rahatsız etmeden, sıkmadan, yormadan, terörize etmeden ve eğlendirerek vermek çok zor. Benim kendi adıma sanattan beklentim tam olarak bu işte. Bu zorluğu aşması.
Kaynak: Muammer Özdemir