GDO
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar
1990’ların sonlarında, tarımdaki ikinci değişim rüzgârı, güvenli yiyecek arzını kalbinden vuran ikinci hızlı kurşun geldi. l970’lerdeki rekombinant DNA araştırmalarının sonucu olarak, genetik olarak değiştirilmiş (GD) tohumlar ilk olarak 1980’lerin sonlarında deneysel olarak ekildi ve 1996 yılında da ilk olarak Amerika piyasalarına sürüldü. Genetiği değiştirilmiş organizmalar, yeni özellikler edinmeleri için DNA’ları aracılığı ile tasarlanırlar. Bilim adamları, aktif genleri kapatıp aktif olmayanları açabilir, bir genin yerine başka birini koyabilir veya tamamıyla değişik yaşamlara ait DNA parçalarını ekleyebilirler. Organizmalar, hemen her şey için genetik olarak tasarlanabilirler. Bilim adamı neyin hayalini kuruyorsa, üç aşağı beş yukarı kafasındaki bu tasarımı üretebilir. Örneğin Bt pamuk, kromozomları içerisine karıştırılmış bir bakteri barındırır (ayrıca, Bt mısır ve patates çeşitleri de mevcuttur). Bt, yani Bacillus thuringiensis, doğal bir böcek öldürücüdür, yani böcekler tarafından sindirildiğinde toksik hale gelen sporlar üreten bir bakteridir. Bt genetik olarak pamuk içerisine kodlandığında, pamuk böcek zararlılarını öldüren kendi toksinini üretir. Bu durumda, sadece bluzlarımız ve kot pantolonlarımız için pamuk üreten bir bitkiye değil, aynı zamanda pamuk kurtlarına ve belki de diğer pamuk zararlılarına karşı direnen bir bakteriye de sahip olmuş oluyoruz.
Diğer popüler genetiği değiştirilmiş organizmanaların (GDO) özellikleri arasında, zararlı ot öldürücü glifosatın en bilinen markası Roundup’a karşı direnç yer alıyordu. Bu #GDO’lar, Monsanto, diğer bir deyişle Roundup’ın ilk olarak patentini alıp satan firma tarafından geliştirilmişlerdi. Çiftçiler zararlı otları öldürmek için ekmeden önce tarlalarına Roundup sıkıyorlardı, çünkü Roundup nihayetinde temas ettiği bütün yayvan yapraklı bitkileri imha ediyordu. Ekinler çimlendiğinde ise, Roundup kullanmak mümkün değildi. Ama şimdi aralarında mısır, soya fasulyesi, kanola ve alfalfanın bulunduğu, Roundup’a Hazır (Roundup-Ready) bitkiler sayesinde, çiftçiler tarlada ekin olsun olmasın, diledikleri zaman bu zararlı ot öldürücüyü kullanabiliyorlardı. Roundup’a Hazır bitkiler, aslında kendilerini bu kimyasal sağanağından koruyan yağmurluklar giyiyorlar.
Kansas’lı mısır ve soya fasulyesi yetiştiricisi Luke Ulrich’in 2010’da Ulusal Kamu Radyosu muhabiri Frank Morris’e söylediği gibi, “Roundup kadar mükemmel bir şey yok. Bir maymun bile Roundup’ı kullanarak çiftçilik yapabilir.”
2009’da, SmartStax adı verilen GD bir mısır piyasaya girdi. Monsanto ve Dow AgroSciences tarafından geliştirilen bu tohum, söylenene göre bir tohum içerisinde paketlenmiş sekiz GD özellik sunuyordu. SmartStax mısırı, altı çeşit böcek öldürücü (delici mısır kurdu ve mısır kökü kurduna karşı) toksin üretir ve iki zararlı ot öldürücü kimyasala, yani glifosat ve glufosinata direnç gösterir. Birbirlerinden bağımsız bu özellikler, DNA sekanslarının katılımını gerektiren tekrarlanan genetik BLAST analizi ile değil, mevcut transgenik (gen aktarımlı) mısır dizilerinin çaprazlanmasıyla yaratılmıştı.
Çiftçiler bir kez daha, melez mısırda olduğu gibi GD mısırı da benimsediler. On yıl gibi kısa bir süre içerisinde, Amerika Birleşik Devletleri’nde yetiştirilen bütün mısırların yarısından fazlası GD mısırdı. Bunun neden bu kadar yanlış bir şey olduğunu merak ediyor olabilirsiniz. Bilim bizim lehimize çalışıyorsa, bırakın çalışsın. Süper-tohumlar dünyayı besleyebilecekse, bırakın beslesin. Ama bu konuyla ilgili birçok yanlış söz konusu.
İlk olarak, genetik katılımlar “hilekâr” genlerdir, yani bir çiftçi onları göremez, onlara karşı hazırlıklı olamaz ve tarlasını onlardan koruyamaz. İkinci olarak, bir kimya şirketi için Roundup-Ready soya fasulyeleri gibi bir ürün geliştirmek neden önemli olabilir? Aç insanlara yardım etmek için mi? Çevreyi korumak için? Medeniyete hizmet etmek? Yoksa daha fazla kimyasal ilaç satmak mı?
İkincisi, insanoğlunun uzun ve muhteşem tarihinde ilk kez birileri genomlara sahip olabiliyor. Şirketler artık bitki türlerinin ve özellikle de bilimsel olarak üretilmiş olan gelişmiş kültür bitkilerinin patentlerini alıyorlar. Kuzey Amerika kökenli tek tahıl olan ve Ojibvalar’ın(1) hayati öneme sahip yiyeceği yabani pirincin genomlarının patentini California’lı bir şirket 1990 ’ların sonunda aldı. Akabinde Minnesota Üniversitesi’ nden bilim adamlarının yürüttüğü ve birkaç yeni türün doğmasına yol açan genetik çalışmalar, yazar ve yerli aktivist Winona LaDuke’u çok kızdırdı. LaDuke, “Yabani pirinçle bizim aramızda 2.000 yıllık bir ilişki var” diyordu. “Kavramsal olarak, yabani adı verilen bir şeye patent verilmesi neredeyse imkânsız görünüyor.”
Bu kısmı çok dikkatli okuyun.
Bazı şeyler doğaları itibarıyla toprağa aittir ve dolayısıyla da, demokratik olarak o topraklar üzerinde yaşayanlara aittir. Örneğin, hava ve su kamusal alanın bir parçasıdır ve ticari piyasalarda yer almaları yasaklanmalıdır. İnsanlık tarihinin her zaman için en büyük müşterek mallarından biri olan tohumlar, aynı ateş veya okyanus gibi mülkiyete tabi olamaz. Fakat biyo-teknoloji endüstrisi, yaşamın mülkiyeti olabileceğini ileri sürerek ve kendisine ait olmayanı talep ederek sürekli olarak mahkemelerde ve yasama koridorlarında kötü bir kurtçuk gibi yolunu buldu. Bu mümkün değil, Monsanto. Bu mümkün değil, Syngenta.
Bir tohum reçetesi tabii ki bir mülk değildir. Ancak fikrî mülkiyet, diğer bir deyişle mahkemeler tarafından kabul edilen veya tasarlanan ve daha sonra belli çıkarları korumak için kullanılan bir fikir anlamına gelen yasal bir icat olabilir. Fikrî mülkiyet hakları fikrî, yasal bir icat anlamına gelir; çünkü yaşam hepimize aittir.
Ayrıca, bilinen bir tür olarak henüz tescillenmemiş tohumlar herhangi bir kişi tarafından kapılıp fikrî mülkiyet olarak patenti alınabilir. Çok-uluslu şirketler bu konuda özellikle etkinler. Örneğin, Monsanto yüzyıllardır chapati(2) yapmak için kullanılan bir Hint buğdayının patentini aldı. Diğer bir gülünç örnekte ise, Colorado’lu bir adam Meksika’da çok eski zamanlardan beri yetiştirilen sarı bir fasulye türünün patentini alıp Meksikalı çiftçilerden patent ücreti talep etti.
Genetik mühendisliği ile tasarlanan organizmalarla ilgili diğer bir endişe ise, seçilen genetik özellikleri bitkilere eklemek için vektörlere gerek olması. Bu vektörler içinse, E.coli gibi bazılarının insanlara zararlı olduğu kanıtlanan virüsler ve bakteriler kullanılmakta. Genetik kurcalama, gözlerinizle görebileceğiniz bir şey değildir. GD bir mısırın başağı, genetiği değiştirilmemiş bir mısırın başağı ile hemen hemen aynıdır. Bu bitkinin bir virüs barındırdığını göremezsiniz. ABD’de GD ürünlerin büyük bir çoğunluğu bağımsız çevre ve sağlık deneylerine tâbi tutulmaksızın piyasaya sürüldüğü için, kimse bu organizmaların insanlar üzerinde ne tür etkilere sahip olduklarını tam olarak bilmiyor. GD yiyeceklerin ABD’de onaylanma ve piyasaya sürülme süreçleri devasa, plansız, denetimden geçmeyen, sonuçları tahmin edilemez bir deney adeta. Bu durumda, bu ürünleri yiyen bizler de kobay fareleri oluyoruz.
Hikâyenin en korkunç kısmı ise, bu oyun sahasının hâkiminin büyük şirketler olması. Bunlar, devletin yasal düzenlemelerini yapan mercileri kontrol ediyorlar ya da daha yerindc bir tabirle, çok uluslu şirketlerle hükümet arasındaki bir döner kapı gibiler, yani bunlar yasal düzenlemeleri yapan mercilerin ta kendisi. Buna, çapraz tozlaşma adını da verebiliriz, ama bu denli tahripkâr bir uygulama için yaşama ilişkin bir benzetme kullanmayacağım. Onlarca örnekten birini anmak gerekirse, Tom Vilsack tarım bakanı olmadan önce Monsanto’da yöneticiydi. Genetik mühendislik hızlandırılmış evrim değil, çok uluslu şirketlerin ellerindeki evrimdir. Melezleme, genetik değişim, tohum patentleri ve bunları kuvvetlendiren hükümet sayesinde, bir avuç insan yediğimiz şeyler üzerinde kontrol sahibi oldu.
Kaynak: Yeraltındaki Tohum